06 Kasım 2014

Güçlükonak’tan Bingöl’e, ‘Yeni Türkiye’den ‘Yine Türkiye’ye!

Bu yüzden bugün yaşadığımız bu ülkeyi sakın bize “Yeni Türkiye” diye yutturmaya kalkmayın. Ne “Yeni Türkiye”si, bu düpedüz “Yine Türkiye”.

Bingöl katliamı PKK’nın üzerine atıldı ama infaz edilen dört kişi, iki polis şefini öldürenler çıkmadı. Tıpkı 1996’da yine PKK’nın üzerine atılan, ama tam tersi çıkan Güçlükonak katliamındaki gibi ‘faili malum’a mı gidiyor bu cinayetler? Yayın yasaklarıyla, kentten kente sürülen ‘resmi cinayet’ davalarıyla, muhaliflere ‘linç kampanyaları’yla  ‘eski adet’lerin hakim olduğu bu ülkeyi kimse bize ‘Yeni Türkiye’ diye yutturmasın.

Dicle Nehri’nin kıyısında daracık toprak bir yol. Beş kilometre geride Taşkonak Taburu, iki kilometre ileride Koçyurdu Karakolu var. Yolun bir tarafı 10 metrelik uçurum. Aşağıya giden soluğu Dicle’nin dibinde alır. Yolun diğer tarafında 50 metre yüksekliğinde sarp kayalar var. Nehrin tam karşısındaki tepelerde Dargeçit korucuları mevzilerinden dürbünle tam o noktaya bakıyordu.

İşte tam burada, 15 Ocak 1996’da Koçyurdu Köyü’nün minibüsüne bir saldırı yapılmıştı. Minibüs şoförü aracın dışında kurşunlanarak öldürülmüş, minibüste bulunan dördü korucu 10 yurttaş ise aracın içinde önce taranmış, sonra da yakılarak katledilmişti.

İşin ilginci bu katliam PKK’nin 15 Aralık 1995’te ilan ettiği “ikinci ateşkes”in tam da birinci ayına denk geliyordu.

Genelkurmay Başkanlığı o güne kadar yapmadığı bir uygulamayı ilk ve son kez bu olayda gerçekleştirdi. Ankara’dan aldığı yerli ve yabancı gazetecileri uçakla Diyarbakır’a, oradan da helikopterle Güçlükonak’a getirdi.

Genelkurmay’ın görevlendirdiği Albay, olay yerine getirdiği gazetecilere “Katliamı PKK’nin yaptığını ve örgütün böylece ilan ettiği ikinci ateşkesi bozduğunu” açıkladı.

Gazetecilerin olay yerinde ancak 20 dakika kalmasına izin verilmişti. Köylülerle, öldürülenlerin yakınlarıyla ya da çevredeki korucularla görüşmeleri engellenmişti. Görevliler, gazetecilerin resmi açıklamayla yetinmesini istiyordu.

Garip bir şekilde acelesi vardı Genelkurmay görevlilerinin. Hatta TRT, AA gibi devlet kuruluşlarından katılan gazetecileri Diyarbakır’da bırakıp “haberin akşam bültenlerine yetiştirilmesini” istemişlerdi.

Ertesi gün yerli ve yabancı yayın organlarında “patlamıştı” haber; “İşte PKK katliamı”, “PKK ateşkesi yine bir katliamla bozdu”.

 

Katliamda devlet izi

 

Ancak yabancı yayın organlarının Türkiye’deki bazı temsilcileri kuşkulanmışlardı durumdan. Tanıdıkları aydınları, gazetecileri arayarak şüphelerini dile getiriyorlardı. Bu arada katledilenlerin yakınları da feryatlarını yükseltiyorlardı bölgeden “Katliamı PKK yapmadı” diye.

“Barış İçin Bir Araya Çalışma Grubu” yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, insan hakları savunucuları ve bilim insanlarından oluşan bir heyetle olay yerine gitti. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nden katledilenlerin yakınlarına, siyasi parti temsilcilerinden olayın tanıklarına kadar herkesle görüşüldü, görüntüler, fotoğraflar çekildi, sesler kaydedildi, belgeler toplandı.

Ortaya çıkan gerçek hiç de devletin söylediği gibi değildi.

Öldürülenlerden altısı olaydan iki-üç gün önce gözaltına alınmış, olay gününe kadar Taşkonak Taburu’nda tutulmuştu. Korucu olan diğer dördüyle şoför, olay günü “göreve” götürülmüştü. Genelkurmay açıklamasıyla olay yerinde elde edilen bilgi ve bulgular gerçeklerle tümüyle çelişiyordu. Olayı gören korucuların müdahale etmesi, köylülerin olay yerine gitmesi askerler tarafından engellenmişti. Zaten askeri karakollarla, kayalarla, nehirle ve korucu siperleriyle kuşatılmış bir yerde PKK’nin gelip bir katliam yapması, ardından da elini kolunu sallayarak gitmesi fiziken olanaksızdı… Bir de cesetleri tümüyle yanmış köylülerin sapasağlam kimlikleri bir uzman çavuşun üzerinden çıkınca, savcı bile olay yerinde başlattığı soruşturmayı yarım bırakmıştı.

Çalışma grubu ulaştığı bütün bilgi, bulgu ve belgeler ışığında sonucu açıklamıştı:

“Bu katliamı PKK değil, devlet güçleri yapmıştır.”

Katliamın zamanlaması da ilginçti; Avrupa Parlamentosu’nda Yeşiller ve Sosyalist milletvekillerinin PKK’nin ilan ettiği ateşkes hakkında verdikleri soru önergesinin görüşülmesine birkaç gün kala gerçekleşmişti katliam.

Suç duyuruları, basın toplantıları, imza kampanyaları sonuçsuz kalmış, değil dava, ciddi bir soruşturma dahi açılmamıştı olayla ilgili.  Türkiye de “eksik soruşturma” nedeniyle sadece AİHM’ de tazminata mahkûm oldu.

Bu katliamla ikinci ateşkes süreci bitmiş, Türkiye yine kanlı bir çatışmanın içine sürüklenmişti.

Üzerinden geçen 18 yıla karşın Güçlükonak Katliamı’nı kimlerin yaptığı bugüne dek karanlıkta kaldı, hala da öyle.

Buraya kadar anlattığımız, bölgede benzerlerinin defalarca yaşandığı, “Eski Türkiye”ye ait bir olay.

Şimdi gelelim “Yeni Türkiye”de yaşanan başka bir olaya.

 

‘Yeni Türkiye’: Anında infaz

 

Kobane protestosu sırasında pek çok kentteki gibi Bingöl’de de olaylar çıktı, bazı işyerleri yakılıp yıkıldı.

9 Ekim gecesi kentin ana caddesinde zarar gören işyerlerinde inceleme yapan Bingöl Emniyet Müdürü Atalay Ürker ve beraberindeki polislere uzun namlulu silahlarla ateş açıldı.

Emniyet Müdürü ve koruması yaralanırken Emniyet Müdür Yardımcısı Atıf Şahin ve Başkomiser Hüseyin Hatipoğlu öldü.

Suikasttan kısa bir süre sonra Bingöl’e 20 kilometre uzaklıktaki Genç ilçesi girişinde özel tim polisleri tarafından yapılan operasyonda bir araçta bulunan PKK’nin dağ kadrosundan silahlı üç kişi ile, Bingöl Milli Eğitim Müdürlüğü’nde memur olan Ali Bozan öldürülür.

Devlete göre iki polis şefine suikast yapan “katiller” olaydan hemen sonra öldürülmüş, böylece failler ortaya çıkartılmıştır.

Hatta “Yeni Türkiye”nin “Yeni Başbakanı” ve “Yeni Cumhurbaşkanı” olaydan hemen sonra modern bir devletin yöneticilerinden çok, “kısasa kısas” uygulayan, çok eski sosyoekonomik formasyonlardan kalma iptidai bir yapının “reis”leri gibi “Failler cezalandırıldı”, “Anında cezalandırıldılar” dediler.

Bu mantığa göre “dört terörist iki polis şefine suikast yapıp öldürmüş, özel tim polisleri de onları yakalayıp anında cezalarını vermişler”di.

 

Mesele bu kadar basit değil

 

Ancak soruşturma derinleştikçe, ortaya çıkan bulgular ne “Yeni Cumhurbaşkanı”nı, ne de “Yeni Başbakanı” doğrular nitelikteydi.

Çünkü Genç ilçesi girişinde öldürülen dört kişide ele geçirilen silahların balistik incelemesine göre, bunlar iki polisin öldürüldüğü suikastta kullanılan silahlar değildi.

 Zaten saldırıya katıldıkları iddiasıyla tutuklanan iki kişinin cep telefonu görüşme trafiğini içeren HTS kayıtları da infaz edilenlerin suikast sırasında olay yerinde olmadıklarını gösteriyordu.

İşte “Yeni Türkiye”de yaşanan ve birbiriyle bağlantılı gibi görünen iki olaydan ortaya çıkan iki “Eski Türkiye” görüntüsü:

Birincisi, ortada dört kişinin öldürüldüğü bal gibi bir yargısız infaz var.

İkincisi, Bingöl Emniyet Müdürü’ne suikastı kim ya da kimler yaptı?

Yoksa bu cinayetler de “Eski Türkiye”deki gibi “faili meçhul” hanesine mi yazılacaktır?

Ne gerek var bu kadar düşünmeye. Koy davanın üzerine yayın yasağı, gitsin…

Ne de olsa eski alışkanlık…

 

Tanıdık bir Türkiye

 

Gidiş o ki, biz bu “Yeni Türkiye”de, “Eski Türkiye”yi hiç aramayacağız.

Örneğin aramayacaklarımızdan birisi Milli Güvenlik Kurulu ve “bölücülük”le “gericiliğin” at yarışlarındaki tabirlerle kah favori, kah plase olduğu Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni, Kırmızı Kitap’ı hiç aramayacağız.

Özellikle güvenlik güçlerinin karıştığı cinayetlerde ve insan hakları ihlallerinde güç bela açtırılan davaların yüzlerce kilometre ötelerdeki kentlere sürülmesini de hiç özlemeyeceğiz.

Benzeri birçok davada olduğu gibi bugün Gezi olayları sırasında Hatay’da öldürülen Abdullah Cömert’in katil zanlısı polisle ilgili davanın tam 1300 kilometre uzaktaki Balıkesir’e sürülmesi gibi…

Tıpkı 1990’lı yıllarda öldürülen gazeteci Metin Göktepe’nin katili polislerle ilgili davanın İstanbul’dan önce 650 kilometre ötedeki Aydın’a, sonra 500 kilometre uzaktaki Afyon’a sürülmesi gibi… Gazi olaylarında yaşanan katliamın sorumlularıyla ilgili davanın İstanbul’dan 1100 kilometre uzağa sürülmesi gibi…

6-7 Ekim olaylarında 40 kişi değil de, sadece siyasi düşüncesi kendisine yakın tek bir yurttaşı ölmüş gibi meydan meydan dolaşıp HDP’yi hedef gösteren “Yeni Cumhurbaşkanı”nın varlığı…  Suriye ve Kobane politikası “güm” diye duvara toslayan politikaları sonucu uğradıkları yenilginin acısını çıkarmak için iktidar üyelerinin uyguladığı “linç kampanyası”nın “doğal” bir sonucu değil mi bugün HDP yöneticisi Ahmet Karataş’ın parti merkezinde gırtlağının kesilmesi?

Tıpkı, TCK 301 kışkırtmasının sonuçta Hrant Dink’in katline, “misyoner” kışkırtmalarının Malatya’da Zirve Yayınevi cinayetlerine ya da Trabzon’da Rahip Santoro’nun öldürülmesine varması gibi…

Biz bu Türkiye’yi çok yakından tanıyoruz.

12 Eylül öncesinin kanlı yıllarında da, bir askeri darbenin “ağırlaştırılmış zulmü”nde de, “derin devlet”in en az “bin operasyon” yaptığı “tak-şak”lı hükümetlerde de biz bu Türkiye’yi çok gördük.

Bu yüzden bugün yaşadığımız bu ülkeyi sakın bize “Yeni Türkiye” diye yutturmaya kalkmayın.

Ne “Yeni Türkiye”si, bu düpedüz “Yine Türkiye”.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Saray’ın inadına karşı ‘İnadına HDP’

7 Haziran’dan sonra parti binaları 400’e yakın ırkçı-şoven saldırıya uğrayan HDP, olanaklarının çok ötesinde bir kampanya yürüttü

Yap, yap! Zulmün artsın ki sonun çabuk gelsin!

Üç gün sonra milyonların hesap soracağı 1 Kasım sandığı var! Ama yap, yap! Son bir çaresizliğin tetiklediği cinnetinle sen yine de yap!

Sınır ötesinden son anket: AKP yüzde 40'ın altında

Erbil merkezli Kurd Tek'in anketine göre CHP ve HDP oyları yükseliyor, MHP ve AKP oyları düşüyor